Kökeni Latince olan ve dilimize Fransızca’dan geçen “terör” TDK lügatında “yıldırma,korkutma, cana kıyma” diye tarif ediliyor. Nişanyan Sözlük’te “büyük korku, dehşet; korku ve yıldırmaya dayalı yönetim” tanımlaması var.
Terör uluslararası bir sorun. Bu yüzden uluslararası bir dayanışmayla terör sorununun üstesinden gelmenin mümkün olduğu biliniyor.
Paris’teki saldırı sonrası neredeyse bütün ülkelerin devlet başkanlarının Fransa’ya giderek, “teröre karşı birlik” fotoğrafı vermesi, bu düşüncenin bir ürünü.
Türkiye otuz yılı aşkın süredir terör sorununu çözmeye çalışan bir ülke. Süreç boyunca terörle mücadelesinde uluslararası destek almak bir tarafa, ülkenin meşru kolluk güçlerini, sivilleri, hatta haklarını savunduğunu iddia ettiği etnik gruba mensup vatandaşları öldüren terör örgütü, tereddüde yer bırakmayacak biçimde “müttefik” ülkelerce desteklendi. Onbinlerce cana mal olan ve ülkenin gelişmesinin önünde ciddi bir engel teşkil eden terör sorununun hangi yöntemlerle çözülmesi gerektiğine ilişkin uzun ve ciddi tartışmalar da yaşandı bu otuz yol boyunca. Nitekim teröre gerekçe gösterilen ve 90’lı yıllarda “düşünülmesi dahi mümkün olmayan” adımlar (zaman zaman milliyetçi hassasiyetleri incitmeyi göze alarak) atıldı ve sorunun sulhla kökünden çözülmesi yoluna girildi. Ne var ki “silahı bırakırsanız kaybedersiniz, silahla daha fazlasını alırsınız” telkinleriyle terör örgütü bir kez kudurtuldu.
Sisifos efsanesindeki gibi koca kayayı tam tepeye yaklaştırmışken yeniden başa dönmek zorunda kalındı.
En temel insan hakkı olan “yaşama hakkı”na hunharca kast eden terör saldırılarının toplumda yol açtığı “korku, endişe” boyutunun yanında, saldırı söz konusu olduğunda, toplumun nasıl reaksiyon göstermesi gerektiğine dair de farklı telkinler, görüşler var. Bunlardan ilk akla geleni, “birlik olmak.” Tekrarlana tekrarlana şairin deyişiyle “gayetle tıkız” hale gelse de “birlik beraberlik” kalıbının aslında kuru bir hamaset olmadığını, işlevsel nitelik taşıdığını kabul etmek durumundayız. Zira terör çözülmesi gereken bir sorunsa, teröristin ve onu destekleyenlerin maksatlarının hasıl olmasını sağlayacak şey, toplumdaki birlik ve dayanışma ruhunun zedelenmesi.
Ankara Kızılay’daki son saldırının ardından toplumda genel anlamda “teröre karşı birlik” mesajları yükselse de bu dayanışmayı küçümseme, masumların öldürülmesinin yol açtığı öfke oklarını asıl hedefinden saptırma çabalarına şahit oluyoruz.
Devlet, her vatandaşının canını, malını korumakla sorumlu. Bu bağlamda güvenlik tedbirlerine ilişkin tartışmalar doğal. Ancak daha cenazeler toprağa verilmeden, masumların kanını döken canileri kamufle etmek, terörle mücadele içindeki meşru otoriteyi hedef tahtasına koymak iyiniyetli bir yaklaşım değil.
Terörle doğrudan bağlantıları olmasa da toplumu “yıldırmayı” amaçlayan terörün bu hedefine tam da uygun biçimde, oluşan korku ortamından istedikleri gibi bir siyasi sonuç çıkarmaya odaklanan kimi çevreler dezenformasyon (bilgileri çarpıtma, yanıltma) silahını devreye sokuyor. Sosyal medya denilen aygıtlar da bu iş için biçilmiş kaftan.
Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ümit Atabek, meşum saldırı sonrası yaptığı açıklamada "Vatandaşlar geleneksel medyadan hızlı ve doğru haber alamadığına inanırsa sosyal medya hızlı bir haber alma aracı haline dönüşüyor. Ancak bu gibi durumlarda bilgi kirliliğinin ve dezenformasyonun da en yoğun yaşandığı alanlardan biri haline geliyor. Halkın hızla, doğru bir şekilde bilgilendirilmesi için önceden bir medya kriz planı hazırlanmalı. Kamu otoriteleri, böyle durumlarda geleneksel medyaya ilişkin daha kolay çözümler üretebiliyor. Ancak iş sosyal ağ medyasına gelince, oldukça fazla sorunla karşılaşılıyor. Yasakların bir çözüm olmadığını görüyoruz. En doğrusu, yetkililerin hızlı ve doğru bilgilendirmeye inanarak bu yönde hareket etmeleri. Şüphesiz, dezenformasyon sosyal medyada en büyük sorun ve bu sorunun tek çözümü, hızlı, doğru ve kapsamlı bilgilendirme yapmak” diyor.
Teorik açıdan bakıldığında itiraz edilecek pek bir tarafı yok. Peki iş pratikte de böyle mi?
Misal, saldırı saat 18.45’te gerçekleştiriliyor. Saat 20.15 civarında büyük bir özenle hazırlanmış dezenformasyon metni, cep telefonu mesajı halinde milyonlara ulaşıyor. Kaldı ki geleneksel medya içinde de dezenformasyona teşne olanlar yok mu?
“Yasakların bir çözüm olmadığını görüyoruz” diyor, sayın Dekan… Muhtemelen “yayın yasağı”nı kast ediyor. Nitekim İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı da Ankara saldırısının ardından yaptığı açıklamanın büyük bölümünü, “yayın yasaklarına, basına yönelik kısıtlamalardan duyulan rahatsızlığa” ayırıyor.
Yayın yasağı, ceset görüntüsü gibi toplumdaki infialin şiddetin artıracak unsurları kapsıyor. Patlamaya ilişkin bilgilerin ve gelişmelerin yayımlanmasına yasak yok. Ancak böyleymiş gibi algılanması için ısrarla çalışılıyor sanki. Oysa gazeteciliğin evrensel kurallarının işlediği, uygar olduğu vehmedilen ülkelerdeki geleneksel medya, yayın yasağına gerek olmaksızın, bu türden görüntüleri zaten yayımlamıyor. Bizde ise tam tersi yasağa rağmen, “biz medyayız, özgürüz, yasak yok hükmündedir” diyerek, kurbanların yakınlarının psikolojilerini de hiçe sayarak basılıyor fotoğraflar.
“Sınırlarını herkesin kendisinin belirlediği” bir hürriyet bütün dünyada tahakkuk ediyor da bir bizim ülkemizde yokmuş gibi propaganda üretiliyor.
Terör eylemi Fransa’da olunca başka, Türkiye’de olunca başka hareket eden Batı’ya kızıyoruz. Oysa birinde “Fransa çocuklarına ağlıyor”, diğerinde “Terör Ülkesi” başlığını atan Türk gazeteleri yok mu?
Dolayısıyla dezenformasyonun önüne geçilmesi, ancak bunun gerçekten talep edilmesiyle mümkün. Zira “yalan da olsa” canının istediğine inanmaya hazır bir kitle ve bu kitleyi yalanlarla ve çarpıtmalarla besleyen bir mekanizma söz konusu.