Askerlik görevimi 1992 yılında kısa dönem olarak Kahramanmaraş’da tamamlamıştım. Siyasi rüzgarların yine sert estiği ve yeni oluşumlara kucak açtığı yıllardı. Benim gibi bir İzmirli için de Kahramanmaraş tam bir Anadolu şehriydi ve doğrusunu isterseniz adımımı attığım andan itibaren hiç yabancılık çektirmeyip, kucaklayıp bağrına basan bir şehir olmuştu.
Haftasonları çarşıya çıktığımda beni öğle namazında askeri kıyafetimle camide gören Maraşlıların birçoğu koluma girer, evlerine davet eder, olmadı çarşıda bir şeyler ikram edebilmenin fırsatını arardı.
İzmir’de zorla, çekinerek telaffuz ettiğimiz birçok milli ve dini kelimeler burada sokaklara, caddelere, işyerlerine verilmiş, vakit namazları camilerde adeta Cuma kılınıyorcasına kalabalık ve coşkuluydu.
Geriye dönüp baktığımda o günlerden bu yana unutamadığım Maraş günlerinden, firikinin kokusu, ismine Ökkeş Motor denen sepetli motosikletlerin çok yaygın kullanılması, bol siyah şalvarın neredeyse bütün erkeklerin vazgeçilmezi olduğudur.
Ayrıca cumartesi günleri öğle namazı sonrası uğradığım Dolunay Dergisi’nde geçirdiğim vakitleri, okumaları; sonrası Bizim Ocak Dergisi ve hemen alt katında yeni faaliyete başlayan Milli Mutabakat Merkezi’nde tanıdığım dostları nasıl unutabilirim ki?
Dolunay Dergisi’nde tanıştığım öğretmenlerle ve Karakoç ailesi mensuplarıyla hep şiir üzerine sohbetlerimiz olurdu. Maraş’ın tarihi ve kültürel zenginliği, ülkenin değişik şehirlerden buraya görev yapmaya gelen birçoğunun ufkunu beslerdi.
Karakoç ailesi ise zaten başlı başına bir derya, bir hazineydi sanki. O; yaşları henüz çocuk sayılacak olanları bile gün yüzüne çıkarmadıkları şiirleri ile tanıtırlardı kendilerini. Yanık benizli, içlerinde sürekli gurbeti yaşayan; sevecen, sevdalı, vatanına âşık, Ökkeşlerin, Ejderlerin şehri Maraş’ın, “Maraş bize mezar olmadan, düşmana Gülizar olmaz” diyen duruşu göstermesinden, hep kahraman kalmasından doğal ne olabilirdi ki?
Anaların bebek değil adeta âşık doğurduğu bu şehirde, yazdığı şiirler ve mısralarıyla gönül dünyamızda iz bırakan şair Bahattin Karakoç’u, Dolunay Dergisine her gittiğimde karşılaşırım ümidini taşımıştım. Genelde sabahtan gelip öğlenin hemen öncesinde çıktığını söylemişlerdi. Yine bir cumartesi onu dergide bulamayıp çarşıya geçtiğim bir öğle sonrası, açık renkli, kareli takım elbisesi ve kulak arkası kalemiyle tek başına dolaşırken rastladım.
Tam anlattıkları gibiydi. Tek başına, dalgın ve düşünceli! İsmini söyleyince kaşlarını çatarak süzdü beni. Elini öperken tanıttım kendimi. Sonra bir kenarda, arada takıldığı hasır tabureli bir çay ocağına oturduk. Düşünüyorum da altmış iki yaşında ve akranlarına göre dinç sayılabilecek yaşta iken yorgun ama bir o kadar da ümidini muhafaza eden bir görüntüdeydi.
Hep ülkeyi konuştuk, Anadolu’nun ülkesine kara sevdalı çocuklarını, ideallerini, savrulmalarını konuşup mesela şiirle, güzel sözün sihri ile ülke çapında bir kutsal şahlanıştan bahsederek heyecanlandık.
Şiir etrafında birleşecek gönüller ve edebini muhafaza ederek, yeniden edep kuşağına sarılarak ayağa kalkacak bir Anadolu ve şahlanacak bir kutlu davanın geleceğine yollandık çaylarımızı yudumlarken. Her güzel an gibi bitmesin dileyip de çaresiz ayrılık vakti geldiğinde ise henüz üç yaşını yeni bitirmiş olan kızım için bir şiir hediye etmesini istemiştim.
Kulak arkası kalemini uzatarak, cebimden çıkardığım küçük not defterine adı” Elif” olan, ve --kızımın da adını henüz söylememiştim- yeni yazdığı bir şiirin mısralarını yazdırmıştı.
Çok duygulandığımı, çünkü kızımın da adının Elif olduğunu, hatta mısralardaki Elif’in de sanki Elif’i tarif ettiğini söyleyince de: “kâinatta hiçbir tesadüfe, tesadüf edilmemiştir” diyerek bitirmişti görüşmeyi.
O zaman da saçları aktı! Beyaz renkli elbisesi ve ak saçlarıyla dönüp giderken, o bembeyaz haliyle göklerde yalnız uçan bir kartalın yalnızlığını bırakıp gitmişti bana.
Âşıklar içinde, onca şair içinde, hep güzel anıları ile andığım ve bir parça da olsa mensubiyetini tattığım bu şehir o günden bu yana hep bir de Beyaz Kartalın Şehri olarak gelir, takılır hafızama. Umarım ebedi yuvanda yalnız değil; o peygamberin sevdiklerine komşu, dostlarına dost olasın Beyaz Kartal!
Emanetini siz değerli dostlarımla da paylaşırken ne olur Fatihalarınızı da esirgemeyin!
ELİF
Bir rüzgar yolarken bulutları lif lif
Turalanmış saçlarını uçuruyordu Elif
Uyku vaktini unutmuş gökteki tek yıldıza doğru
Ötelerden yansıyordu bir dağın kamburu
Bir ezginin rüzgârında ırgalanan düşü içinde
Daha tay, daha ceylan, daha zinde
Elif bir kar suyudur dupduru
Hiç resim çektirmemiş, aynası sular olmuş
İnce parmakları karınca, gözleri kuş
Şaklar çıplak bir atın sağrısında kamçı kamçı
Bağcıkları sık bağlanmış örgülü saçı
Rüzgar Elif’ten deli, Elif rüzgardan inat
Sanırsın pervazlanmış ışıktan bir kanat
Ovalar kadar geniştir her kulacı
Dünya benim der Elif eğilmeden yürürken
Sevgisi has, gönül toprağıysa gen
Ne filizler fışkırır mayalanan zamandan
Elif elmadaki renk, Elif kurbandaki kan
Başka kız mı yok sanki, niye hep satırbaşı,
Şiirde ve kelamda Elif hep yüzük taşı ?
Elbet şaşacak buna tek boyutlu her insan
Öfkeli bir dev gibi homurdanıp gelirken
Elif’i alıp da gidecek kara-tren
İlk ben kapak olurum karnı aç tünellere
Ve ezgiler dokurum sancılı tellere
Elif bir sümbüldür, Elif süt bakış
Elif-lam-mim demiş, oturmuş nakış
Elif bir sultandır can güzellere.