24 Nisan 2024, Çarşamba Web TV Foto Galeri Sosyal Medya Mobil Uygulamalar Arşiv
 
 
Erdal Çil

Zordur (Y)aşar olabilmek

Sanıyorum İzmir’de gün gelir Anadolu çocuklarının tutunma mücadelesi kaleme alınacak olursa, yazarının ısrarla arayıp izini süreceği isimlerin belki de en önde geleni olurdu Yaşar Toraman. Yine bu topraklarda yerli ve milli kalabilmenin ne pahasına olduğunu anlamak isteyen, onu genç kuşaklara aktarmak isteyen her talibin de Yaşar Toraman’ı tanımadan yapacağı her çalışmanın biraz eksik kalacağını düşünenlerdenim.

Kıtalar, deryalar aşan bir neslin devamı olarak, dağları arkalarında bırakanların kervanına takılarak gelmişti birçok arkadaşı gibi. Şimdilerde yerli ve milli olmanın teşvik edilirken, Yaşar gibilerin iyi bedeller ödedikleri günlerdi o günler.

Büyük bir şehirde, kalabalıklar içerisinde yaşıyor sayılsalar da aslında hep -on-da- bir- lerle ifade edildiklerinden, Yaşar’ların bu şehirdeki serencamlarında Aşar’dan sayılmalarının devri de hiç geçmeyecek görünüyor.

Neleri yapabileceklerine o kadar inanmışlardı ki; çoğu zaman yüreklerinin atış hızına, zayıf vücutları ayak uydurmakta çok zorlandı.

“Tanrı Dağı kadar güçlü, Hira Dağı kadar da müşfik ve mütedeyyin olma idealinin insanlarıydılar. Ama buralarda, hele de İzmir’de işleri hiç de kolay değildi. Düşünüyorum da: onu 1977 yılında tanımışım ve biz henüz lise öğrencisi o da 26 yaşlarındaymış. Ama sonraki yıllarda tanıdığım 26’lı yaşlara bakınca sanki aramızda on yaş değil en az yirmi yaş varmış gibi gelir ve onun sanki hiç yirmili yaşlarını görmediğimi düşünürüm.

Yaşlılığı bugün bile üzerine yakışmaz ama hep yaşının çok üzerinde olgunluğuyla yer almıştır gözümde. İşiyle, ahlakıyla, beyefendiliğiyle tanıyıp yanında bulunmaktan büyük keyif aldığımız insanların başında geliyordu Yaşar Ağabey.

Çelik-İş Sendikası’nın İzmir Şube Başkanlığını sürdürüyordu o sıralar. Şube binası da Çankaya’da; Gazi Bulvarı ile Fevzipaşa Bulvarı’nı bağlayan, Bit Pazarının hemen arka tarafındaydı. Bizim lise yıllarımızdı ve biz onun buram buram tarih, buram buram ahlak kokan sohbetlerine olan ilgimizden dolayı okuldan arta kalan vakitlerimizi, davetsiz misafirleri olarak onun yanında geçirirdik.

Ne kadar heyecanlanırsa heyecanlansın, ağzından çıkan her sözcüğe azami dikkat eder, asla Türkçe olmayan, yabancı ve argo kelimeler kullanmazdı. Anadolu’dan gelen birçok arkadaşın aksine o asla yöresel ağzı değil, kibar, kulağa hoş gelen İstanbul şivesini kullanmaya gayret ederdi.

Türk Milliyetçiliği öncelikle Türkçeyi iyi kullanmak, onu her türlü yabancı ve uyduruk kelimelerin taarruzlarından korumak demekti. Sonra tarihimizi iyi bilmek, tarihte uğradığımız saldırılardan, ihanetlerden ders alarak yarınlara daha sağlıklı bakabilmekti milliyetçilik.

Türklük gurur ve şuurundan yapılmış bir elbisenin içine, İslam ahlak ve faziletini doldurabilmiş insanların adıydı ülkücü. Bu yüzden hangi işte, hangi görevde olursa olsun, işini en iyi yapan, en örnek, parmakla gösterilen kişiler olmak zorundaydı Türk Milliyetçileri.

O zamanın şartlarına göre fena sayılmayacak derecede tefriş edilmiş olan sendika binasından hiç karnı aç çıkmazdık. Çayı genelde kendimiz demler, Yaşar Başkanı ziyarete gelen, onun gibi saygılı, bilgili kişilerin ağırlama ve ikram işini yaparak sohbetlerini dinlemekten ve tanımaktan büyük mutluluk duyardık.

Ülkü Ocakları binası da Gazi Bulvarı üzerinde, yaklaşık 100 metre mesafedeydi. Sık sık çevresine kadar gelen sol görüşlülerin saldırılarına maruz kalırdı burada ülkücüler. Yaşar Başkanının bunlardan haberi olup yardıma gitmesi gerekse bile ya yalnız ya da kendi yaşındaki arkadaşlarını alarak gider ve biz öğrencilerin çatışma ortamından uzak kalması gerektiğini ısrarla söyleyerek bizi sendika binasında tutar, dışarıya asla çıkarmazdı. Ellerimiz silah değil, kalem tutmalıydı. Bizler çatışma ortamlarının, gerilimlerin değil sevgi ve barış iklimlerinin çocukları olarak büyümeli, Büyük Türkiye inşasında daha büyük görevler almalıydık.

Tabii o adını her andığımızda, kendisini her gördüğümüzde hep saygı göstererek andığımız, gözümüzden bile sakındığımız Yaşar Başkan’a rağmen hainlerin emelleri kapılarımıza, gırtlağımıza kadar dayandı. Ay yıldızlı bayrağımız, dinimiz, mukaddesatımız, şanlı peygamberimiz, çerden çöpten oluşturduğumuz ocaklarımız saldırıların hep hedefi olunca biz maalesef hep o çatışmaların içinde büyümek zorunda kaldık.

1980 Eylül’ünde Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koymasıyla biraz ümitlenir gibi olduysak da çok kısa sürmüştü sevincimiz ve eline bırakın silah almayı, çakı bıçağı bile almamış arkadaşlarımızdan birçoğu cezaevlerine düştüler, yargılandılar. Savunulmadılar, savunamadılar, mahkûm oldular, heder oldular.

Güya adalet gereği; bir sağdan bir soldan alarak, şeklen adaleti sağlıyor olsalar da zalimleri, kimileri güneşi bile bir daha göremediler. Yaşar Başkan da o sıralar cezaevine düşmüştü. Tahliye olduğunda bizlerin üniversite yıllarıydı.

Sendika binasını Alsancak semtine taşımış ve yine, yeni yeni arkadaşlarımızla biz onun makamına, dizinin dibine yerleşerek yerimizi bulmuştuk. Artık sohbetlerimize bu kez cezaevindeki arkadaşlarımızın durumları, izini kaybettiğimiz, haber alamadığımız arkadaşlarımızın durumları da eklenmişti. Yine dara düşen, cezaevinden çıkıp mağdur olan pek çok arkadaşımızın soluklandığı, karnının doyduğu yer olmuştu Yaşar Başkan’ın makamı.

Siyaset yasağı kalkınca da bu kez İzmir’de milliyetçi, ülkücü siyasetin hizmetkârlığını omuzlarına yüklemişti Başkan. Kimileri yanaşıp, yanaktan bir makas alıp uzaklaşırken o hep merkezde kalmış, çaycı Kerim misali bir yerlere gitmemiş, adı hep Yaşar Başkan olarak kalmıştı.

İzmir’de işe girmesine vesile olduğu yüzlerce ismi bilirim. Balıkesir’den, Nazilli’den, Afyon’dan bir selam ile yola düşüp kapısına gelenleri nasıl bir aşk, vefa ve sadakat ile ağırlayıp selamlarını nasıl hürmet ile aldığını, sonrasında da o garipleri şehirde nerelerde nasıl günlerce ağırladığını bugün gibi hatırlıyorum.

En unutulmazı ise onları fabrikalara, işletmelere gönderirken oralardaki işveren yetkilileriyle nasıl bir nezaket çerçevesinde görüşüp, nasıl enerji sarfettiğini bugün değil, yıllar geçse unutmam mümkün mü? Kılığı-kıyafeti, konuşması, oturup-kalkması, ağırlaması, uğurlaması ile çocuksu, delikanlı gönüllerimize taht kurmuş bir beyefendiydi Yaşar Başkan.

Gün geldi bütün İzmir’i yüklendi, taşıdı da gün geldi bütün İzmir onu taşıyamadı! Yatağı onu hep itelese de o yatağını hiç itelemedi ve kırılmadı. Kapısından kimseyi aç-susuz uğurlamamıştı! Ama kaç kapıdan aç-susuz çıkmıştı Allah bilir!

Bir gününü, bir yılını, on yılını, bir yanını kaybedenlerin homurtuları, gürültüleri içinde kulağını tıkayıp, yine de kaybettiklerini değil de geçen yılları ve hiç eskimemiş ideallerini düşünerek mutsuzlar korosuna da katılmadı hiç.

Acısını, ağrılarını ayyuka çıkarmaktan, dile getirmekten hep imtina etti. Başkandı; tenezzül dilini hep sevdiklerine istemek için kullanmıştı. Bu yüzdendir belki kendi için kullanmayı hiç düşünmedi. Bu yüzden de kan tükürdüğünü bile kimseler görmedi. Benim gözümde hiç yaşlanmayan bedeni bu günlerde artık o koca yürekli insanı taşımaktan aciz!

Şimdi yazmasaydım da ne zaman yazsaydım? Biliyorum belki okudukça bir genç kızın mahcubiyeti edasıyla utanıp kızaracak ama özellikle gençlerin onu yakından tanımalarını istedim. Gün gelip yine bir beka, yine bir vazife yine bir milli görev başa düştüğünde; hesapsız, şeksiz şekilde bir adım öne çıkarak omuz verebilen Yaşar’ların ebediyen var olabilmesi adına tanınsın, bilinsin istedim.

Onlar: Sanatı sanat yapan değerleri bizatihi yaşadılar! Halleriyle, sevdalarıyla, adanmışlıklarıyla anlattılar vatana, bayrağa olan sevgilerini de bu yüzden şiirleri tiyatroları, romanları olmadı ve yazılmasından da reklam olur diye hep çekindiler.

Biraz da o nesle; toplum olarak ufak da olsa bir borcumuz olduğunu düşünerek ve bir nebze de olsa bu borca mukabil olmasını dileyerek bu satırları kaleme aldım.

Milliğimizin temellerine inme adına Orta Asya veya Arap Yarımadası dolaylarına enerji harcanırken, bin yıllık yurdumuzda milliğimizin ve milli değerlerimizin tarumar edildiği henüz çok yakın dönemlerde, fani ömürlerini bu saldırıları göğüsleme çabasına adayanlardan sadece biriydi o.

Zordur bu yüzden buralarda (Y)aşar olabilmek, (Y)aşar kalabilmek. Bu yüzden o; (Y)aşar kalmalı! Yaşar olabilmek buralarda, hem ayrıcalık hem de çok önemli!

Erdal ÇİL [email protected]

06 Ekim 2018 Paylaş
 
Bu yazı için yapılan yorumlar ( 0 ) + Yorum Yaz

Yorum bulunamadı !..

 
facebook.com/HaberEgeli
 
Yazarın Diğer Yazıları
BAĞIMLILIK ÜZERİNE
AVNOCA
BAHAR ÇİÇEKLERİ
ŞEHİR TAŞIYAN ADAMLAR (1)
ÇALIK KÖYÜNDEN DİYAR-I MENTEŞE’YE. MUSTAFA ÇALIK MUĞLA’DA.
KUMRU VE KADIN
CUMHURİYETE ÖZEL YÜZDE ELLİ
İLAHİ MİSYON
İKİ KİTAP
DARIYERİ İÇİNDE KİTAP OLAN KÜLTÜR ŞENLİĞİ
TÜRKÜLERLE UYANMAK
YÜZYILIN YANGINI
BAŞLIĞA GEREK OLMAYAN BİR YAZI
BEN SUSTUM, KİTAP SUSTU, KEMAL TAHİR KAYBOLDU
TATLI DİLLİ GÜZEL İNSANLAR
ADAY VE ADAY ADAYI DUASI
DEPREMİN DEPREŞTİRDİKLERİ
BİRİLERİ VAR
RODOS VE ONİKİADALARDAKİ TÜRK VARLIĞI (2)
RODOS VE ONİKİADALARDAKİ TÜRK VARLIĞI
 

WEB TV Tüm videolar
Deplasmanda plasebo
 
Şeyhim kainata alışamadım
 
 
FOTO GALERİ Tüm galeriler
 
 
 
? Anket
Spor Toto Süper Lig 2022-2023 Sezonu Şampiyonu Kim Olur?
 
   
Spor Kent Haberleri Politika Ekonomi Yazarlar Sağlık Eğitim Asayiş Kültür Sanat Yaşam Dünya Magazin
facebook.com/haberegeli twitter.com/haberegeli Google+   Anasayfam Yap
Sık Kullanılanlara Ekle
Künye
Sitene Ekle
İletişim

© Copyrigth 2013 haberegeli.com tüm hakları saklıdır
  Sitemiz abonesidir