Görev yaptığım üniversitede bütün öğretim üyelerinin elektronik posta kutularına rektör tarafından mesaj atılarak gece saat 23.00 de kampüste cüppeleriyle beraber hazır olmaları ve rektörlüğe ait otobüslerle Ankara’ya gidileceği bildirilmişti.
Kısa bir süre önce Danıştay’a yapılan saldırı yurdun dört bir yanından çağırılan kurum ve kuruluşlarca Ankara’da protesto edilecekti. Dönemin Cumhurbaşkanı, ana muhalefet ve dönemin bilumum zinde güçleri faili tespit ve teşhis etmişler, saldırının kesinlikle laik düzene yapıldığı konusunda hemfikir oluvermişlerdi.
Dolayısıyla o gün kamuya ait kurum ve kuruluşlarla yurdun dört bir yanından Ankara’ya toplanan kalabalığın hedefi de sloganlarına yansımış ve parlamenter sistemin iktidarına karşı bütün zinde güçler tek yumruk halinde öfkelerini zirveye taşımışlardı.
Adil olması gereken, tarafsız olması gereken devlet, hükümetine karşı taraf olmuş ve halkın iradesini yansıtan iktidar ise zinde güçlerin hedefi oluvermişti.
Kimse failin yargılanması, suçluların bulunması, adaletten, hukuktan, demokrasiden falan bahsetmiyor fail zaten yobaz bir güç, demokrasi ve parlamenter sistem de hükümetin adeta suç ortaklarıydı sanki ve yükselen değer, kalabalıkları birleştiren ses:” Türkiye laiktir, laik kalacak” ile “Hükümet İstifa, Ordu Göreve” idi.
Eylem, siyasi bir eylemdi ve devletin resmi imkânları, devlete karşı kullanılıyor, üniversiteyi yönetmekle görevli rektör, zinde güçlerden aldığı sinyaller üzerine bütün öğretim üyelerine mesaj atıp eyleme davet yollayabiliyor, devletin araçları ve devletin şoförleriyle; kurumuna sağlanmış bütün kaynakları kullanarak böylesi bir siyasi tavrın, tarafı olabiliyordu.
Üç yüz civarında akademisyenin görev yaptığı üniversitemde birçoğu profesör olmuş akademisyenlerin içinde bu hukuksuzluğa dur deme cesareti gösteren: “devletin kaynakları ile devlete karşı siyasi tavır koymak, devletin parasıyla hovardalık yapmaktır! Sayın rektör de, öğretim üyeleri de eğer bir siyasi tavır koyacaklarsa mesai saatleri dışında, kendi imkânlarıyla ve kendi iradeleriyle tavır koymalıdırlar” deyip savcılığa suç duyurusunda bulunan çok şükür bir öğretim üyesi arkadaşımız çıkmıştı.
Bir diğer hocamız da aynı akşam bir ulusal kanalda, zinde güçlerin üniformalı ve üniformasız temsilcilerinin katıldığı bir TV programında aynı çağrıları yaparak, tek başına da kalsa aynı yürekliliği sergilemiştir.
Üç yüzde iki! Çok şükür ki devlet o badireyi, 28 Şubat’ın o artçı eylemlerini ve yüz yıl sürecek etkilerini zor da olsa atlattı ve o karanlık günler tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı. Bana o iki yiğit arkadaşın isimlerini sormayın!
Kendilerinin izni olmadığından söyleyemem. Ama beni yakın takip edenler görüp, bilir onları. Merak da etmeyin.
Bu millet bu kadar ihanet, bu kadar entrikaya rağmen devlet denen kutsalını namertlere ezdirmeden dimdik tutabiliyorsa onlar gibi yiğitlerin yüzü suyu hürmetine.
Şimdi ne mi oldular? Rektör falan olmadılar tabii ki. Kahraman olup omuzlarda da taşınmadılar, madalyaları da olmadı. Onların da bunu dert edindiklerini sanmıyorum ama iflah olmaz dert benim!
O gün kalabalıklarda yer alan ya da köşesine çekilip korkan, suya sabuna dokunmayan, akmaz-kokmaz bir sürü tipin koca koca makamlara oturduklarını gördü bu gözler de o yiğitleri ne makamlarda ne de nimette aşta göremedi ya ona yanarım.
Doksanlı yıllarda görev yaptığım kuruma gelen bir Alman heyetini almak üzere gittiğim Adnan Menderes Havaalanından dönerken heyetin İzmir’e ait sorularını da cevaplıyordum.
Önce havalimanının adının nereden geldiğini sormuşlardı. Sonra şehre giriş yolunun ne zaman yapıldığı, önlerinden geçtiğimiz Musevi Mezarlığı, Ermeni Mezarlığı derken bunların da hangi dönemlerde yapıldıklarını sorduklarında yine Menderes dönemi diye cevaplamış ve doğal olarak onlar da bu kadar hayırlı ve güzel işler yapan insanın şimdi nerede olduğunu sormuşlardı.
“Önce Başbakan yaptık sonra da astık!” deyiverince de yüzlerini bir görmeliydiniz.
Bu ülkede sanırım hayırlı ve güzel işler yapmak için hep büyük bedeller ödemeyi göze almak şart. Ama bir yerlere gelebilmek, devlette daha etkin olabilmek için de bir o kadar silik, renksiz ve hatta hain bile olmak daha geçerli.
Hainler affedilebiliyor, saklananlar, gizlenenler güneşe çıktıklarında tertemiz görülebiliyorlar da işini hakkıyla yapıp, aşını helaliyle kazananlar, yüreklerindeki cevhere sımsıkı sarılan yiğitler bir türlü ilgi bile görmüyorlar.
Baksanıza bir af konusu ortaya düştüğünde bile hainlerin savunucusu kadar kader mahkûmlarının savunucusu görebiliyor musunuz etrafınızda?
Vakit Şafak Vakti! Ve biz yine bütün hayallerimizi başka bir şafağa taşımak üzere, Hubeyb’lerin ardından, dokuz tekbir kuşanmış olarak beklemekteyiz umutla.
Şafağa selam söyleyin! Yeni marşlarını: o, bir kıyıda bıraktığımız yiğitler için söylemeye hazırlansın ve bayramlıklarını sakladığı yerden çıkarsın artık!
Balığın bilmediğini bilip duruyoruz zaten de Halik’dan da hiç şüphemiz olmadı ki.
Vakit Şafak Vakti ve bütün gafillerin uykusuna inat ben hep ayaktayım! Gönül penceremden süzülüverecek o yiğitlerin yollarını gözlüyorum. Sedalarını daha yakın duyabilmek için.