İzmir Düşünce Platformu, bu hafta 57.sini yaptığı Perşembe programlarında yolları aynı sıralarda İzmir’de kesişen üç sanatseverin hoş sohbetlerine ev sahipliği yaptı.
80’ li yıllarda İzmir’ e okumak için gelen üç sanat aşığı, kültür ve aksiyon insanı üç adam.
İlki, platformun kuruluşuna öncülük edenlerden, uzun yıllar TRT’ de görev yapan İlhan İşman.
Programların yöneticiliği genelde ona kalıyordu. Okul olarak gördüğü TRT’ de edinmiş olduğu birikimlerle alanlarında en başarılı isimleri platform üyelerinin karşısına konuk ederken takındığı üslup, tecrübe ve işine olan saygısı konukların da güvenini sağlıyor, program boyunca samimi, sıcak vakitler geçirilmesinin en baş faktörü oluyordu.
Bütün programlarındaki dikkati bir yana söz konusu kültür ve sanat hele müzik olunca İlhan’ ın içindeki alev külleniyor, onun yıllardır müziğe olan tutkusunu iyi gözlemleyenler, onun konuğu ile birlikte o akşam hangi derinliklere nasıl kulaç attığını çok iyi biliyorlardı. “Ben programlarınıza önceleri sadece İlhan Bey’in program başlangıçlarındaki sunumlarını izlemek için katılıyordum desem yalan olmaz. Onun Türkçeye olan hâkimiyeti, vücut dili ve güven veren tavrı beni ekran başında müthiş rahatlatıyordu. Sonra programa seçtiği konuklar üzerindeki titizliğine de tanık olunca konuklarını da dinlemek şimdi büyük keyiflerim arasında” diyordu yılların öğretmeni bir arkadaşım.
İlhan İşman’ ın konuğu o akşam alanında çığır açan, yaptığı çalışmalar ile ülkemizde önemli bir boşluğu dolduran sanatçı Hasan Sağındık idi.
Okul yıllarından tutun, ülke siyaseti, Türk Dünyası, özlemler, hayal kırıklıkları her şeyi hem de çok samimi şekilde konuştular. Onlar konuşurken izleyen hemen bütün arkadaşları da onları gururla, heyecanla takip ettiler evlerinden. Çoğunun eski anıları depreşti. Benim aklıma da Gümüldür’ de geçirdiğimiz hatta sabahladığımız geceler geldi
Hasan ile birlikte. Rahmetli Türkeş’ in iki dakikalık sohbeti sırasında babasını nasıl hatırladığının şoku, üzerine alelacele geçirdiği arkadaşlarından birine ait ceketin, onun iri bedeninde nasıl küçücük kaldığı dizildi film şeridi gibi önüme. Sonra Manisa’daki düğününe gidişimiz, İzmir yakınlarında nerede konser için çağırıldıysa ailece peşi sıra gitmelerimiz, aileler arası ev ziyaretlerine gidişlerimizde hediyeleşmek için birbirimize yeni çıkan kasetlerini götürmelerimiz ve sonra da onun boy boy gazetelere çıkan resimlerine bakarak aldığımız keyifler.
Kızlarım onun 1990 yılında çıkan ilk albümünün şarkılarıyla büyümüştü. Büyük kızımın dilinden onun “Beni bu şehirden al götür anne” si düşmezken benim halen sözlerinden en etkilendiğim eserlerin başında, “Selam getirmedi selâ getirdi, Tenha gurbetlere saldığım turna... “ sözleriyle Leyla’ya isimli şarkı gelmekteydi.
1992 de piyasaya sürülen 4. Albümünü askerlik görevimi yaptığım Kahramanmaraş’ta almıştım. Sorumlusu olduğum askeri revirde görev yapan bütün erlerin vazgeçilmezi olmuştu o albümdeki eserler. Hele albümün 3. Parçası olan Kahramanmaraşlı büyük ozan Abdürrahim Karakoç’un sözleri, “Bir güvercin uçar, akça kanatlı Barıştan savaşa selam götürür. Yollardan yel gibi geçer bir atlı Afyon’dan Maraş’a selam götürür.” Neredeyse bütün revirin değil biraz da benim sayemde bütün garnizon eratının dilinden düşmez olmuştu.
Askerlik yaparken çarşı izinlerinde gezmekten keyif aldığım yerlerin başında Maraş’ın Bakırcılar Çarşısı yer alırdı. Her Cumartesi oraya muhakkak uğrar, eski usul bakır döven ustaları izlemekten büyük haz alırdım. Bir keresinde beyaz sakallı bir ustanın çekici elinde çalışırken yine Hasan'ın tarzında söylenen ve onun albümünde yer alan: “Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Azer bir soydur” dizelerinin ses bulduğuna kulak kesilip durmuştum. Benim durduğumu fark edince duran ustayı ben tamamlamış ve birlikte şarkıyı, “Karakalpak, Kırgız, Kazak bunlar bir soydur” diyerek tamamlamıştık. Usta benim bu şarkıyı bilmemden ötürü bana gayet sevecen davranmıştı.
Zaten Maraş’ lının asker sevgisi bir başkaydı ve çarşıda, pazarda gördükleri her askeri hemen ya evlerine ya da işyerlerinde bir ikrama davet ediyorlardı. O gün o bakır ustası da yemek ikram etmek istemiş, henüz acıkmadığımdan çay ile iktifa etmiştim. Söz sözü açmış, benim Egeli olmam, az çok milliyetçi olmam onu oldukça keyiflendirmiş ama söz dönüp dolaşıp bir de Hasan’ ın okul arkadaşı olduğumu söylememle adamın resmen canına can gelmişti. Hemen dükkânının iç kısmına beni davet ederek oradaki tüm duvarları kaplayan Hasan Sağındık albüm posterlerini göstermişti heyecanla.
O akşam İlhan sordu o cevapladı. Soru Muhsin Yazıcıoğlu’na geldiğinde ise bir an duruldu. Gözler buğulandı ve yutkundu Hasan. Onun gibi birçoğumuzun bir yerleri eksilmiş, bir yerlerimizde hep bir eksiklik kalmıştı onun gidişiyle. İşte o an sarf ettiği sözler de onun sadece müzik yapan, onun sadece ışıklı sahnelerin adamı olmadığını gösteriyordu.
“Ülkücüler, Türkiye'yi üç defa ipten aldılar. 12 Eylül'de Alparslan Türkeş, 28 Şubat'ta Muhsin Yazıcıoğlu, 15 Temmuz'da Devlet Bahçeli.."
O bu toprakların, cephesindeki askerin, bakır döven ustanın, İzmir’de henüz dillenmeye başlayan çocukların sanatçısı; o içimize attıklarımızın dışa vuran sesi, kendini öz yurdunda garip görenlerin nefesiydi adeta. İşte tam bu sırada usta yönetici İlhan İşman’ dan o can alıcı, yürek burkucu soru gelmişti. “Pekiyi Hasan Kardeşim, kazandığın bunca parayı ne yapıyorsun, nerelerde harcıyorsun?”
Hasan ile birlikte hep beraber tebessüm etmiştik ama asıl yürek burkan sözler ise devamında gelmişti. “Kanallardaki videolarımın tıklanma sıklıklarına göre gönderdikleri asgari ücret civarı bir para ile geçinip gidiyoruz.”
Sonrasında bütün arkadaşlara da kısa kısa söz verildi. Söz alanlardan birisi de yine okul arkadaşımız, sahne, sinema, tiyatro alanlarında tırnaklarıyla, varoluş mücadelesi veren bir çilekeş sanat insanı Ahmet Yenilmez’ di. Sanata adım attıkları andan itibaren gördükleri ilgisizlikten, yalnızlıktan dertlendiler.
Sanatçı olmak bu ülkede zordu ama bu camiada daha bir zordu. Yazılımlarında hep savunma vardı. Birileri her daim darmadağın ederlerken bulundukları, yedikleri, içtikleri, zıkkımlandıkları masayı, birilerine de hep toparlamak, hep savunmak, hep hesabı ödemek kalırdı ya… Şimdi sanatta da birileri güneşe, aya, deniz aşırı ülkelere, gezegenlere falan dizerlerken dizelerini, onlara yine Anadolu bozkırları, çilenin kızarmış yüzleri, Hira Dağının yetimleri düşüyordu.
Hasan’ı dinleyip, İlhan’ı dinleyip, bizleri tek tek süzüp de efkârlanmaması mümkün müydü garibimin. O da paylaştı anılarından bir kaçını. O anlatırken Hasan’ ın bir albümündeki Serdar Tuncer sözleri dolandı dilime.
“Bir ah etmem senden gelen bin derde
Arat beni vur emriyle her yerde
Katilime bir resmini göster de
Görmüş olsun seni gören göz beni
Suya kanar aşka susar niceler
Gözyaşımı mesken tutar geceler
Harf çıldırsa deli olsa heceler
Anlatamaz seni bilmez söz beni”
Üniversite yıllarında bir Kafkas Ekibi kurma çabamız vardı. Bir ekip çalışması sonrası oturduğumuz ve lebalep dolu Bizbize isimli Çay Bahçesinde bir masada yer bulmuş, arkadaşlarla oturuyorken elimdeki Necip Fazıl’ın Çile’ sinden bir şiir okuyuvermiştim istek üzerine arkadaşlara. Bu arada omzuma bir elin dokunduğunu hissettim. Kara yağız ve gözleri dolmuş, hemen arkamızdaki masadan gelmiş, bizim gibi bir öğrenciydi.
Şiiri çok beğendiğini ve iznim olursa kitaba bakmak istediğini söylemişti. Böyle tanışmıştık Ahmet Yenilmez ile İzmir Buca öğrencilik yıllarında.
Arkadaş, kardeş, ülküdaş olduğumuz yıllar sıralanmıştı sonra. Biz Kafkas Ekibi, Kitapevi, memuriyet derken o da Bekleyenler Tiyatro Grubu ile çıkmış, evlerinden gelen öğrenci harçlıklarını katan bir avuç arkadaşıyla, ülkenin dört bir yanına yol almışlardı karda, çamurda.
Ekmek Teknesi isimli dizinin revaçta olduğu yıllarda Muğla Türk Eğitim Sen’ in davetlisi olarak gelmiş, programını bitirmiş ve gece vakti çıkıp Zeybek Sineması sokağında yürüyorduk. Karşımızdan gelen bir genç grubu, karanlıkta Ahmet Yenilmez’ i tanımış, şaşırmış ve yanımıza sokulmuşlardı. Önünü ilikleyerek hafif başını öne eğerek konuşan, saçları jöleli, sivri burun ayakkabılı, onaltılı yaşlardaki gençlerden biri, “Ya Sabri abi, Nasıl oluyorsun da dizide bir gayrımüslüm avrada abayı yakıyorsun? Bir ülkücüye yakışır mı hiç, bir yabancı kız?” diyerek sitemini belirtmişti.
Sinemanın önünde dizleri üzerine eğilip, saçları bozulmasın diye de gencin ensesine yakın yerine elini koyan Ahmet, göz bebeklerine kilitleyerek gözlerini o gence, o an yine bir ustanın sözleriyle cevap vermişti. “Aşka hudut çizilmiyor Mihriban”
Bir başka gün, İzmir Havalimanından çıkıp, çevreyolunda seyir halindeyken yanımızdan geçen motosikletli polislerin kendisini farkedip, “Sabri Abiiii, Allahına gurban” diye seslenişlerinde camı aşağıya kadar indirip onlara, “Sabri Abiniz kurban olsun sizlere” diyen bir gönül insanı Ahmet.
Anlattıkça hüzünlendirdi bizleri ama o ümitliydi. İzmir’ in hep öncü olduğuna dikkat çekmiş, devrin zirve isimlerinin gözlerinin hep İzmir’ de olduğunu söylemişti.
Yaralıydı, bereliydi ama ümitliydi. Hep dilenci durumuna düşmekten şikâyetçi ama bir o kadar da güzel günlerin müjdecisiydi adeta. Bir topluluğun, bir grubun, bir düşüncenin içinde İzmir varsa ümit vardır dercesine.
İzmir onların üçünün de piştiği, dertlendiği, çilelerine annelik yaptıkları şehir ve bu şehirde şimdi on civarında üniversite var. Bu üniversitelerde de onları çok yakından tanıyan, sanatlarına, yaşantılarına çok yakın tanıklık eden öğrenci, akademisyen, idareci ve vefalarından asla şüphe edilmeyen dostları var, sevenleri var. Ve bu üniversitelerin de kültür, sanat, müzik icra eden bölümleri, birimleri, kadroları var
Uzaklarda İzmir’ i anmaları, hasretini çekmeleri tabii ki güzel ama artık İzmir’i, İzmir’ de yaşamalarının zamanı gelmiştir diye de ümitleniyorum.
Onlar kelimenin tam anlamıyla İzmir’i hak ediyorlar.
Sonrası….
Sonraya kalsın.
Siz neresindensiniz bilmiyorum ama onların sözlerinin bir yerinde hep İzmir var.
İzmir lafı geçtiğinde daha bir dikkat kesilip sahiplenmelerini görmeniz lazım ki İzmir’i daha iyi anlayabilesiniz.
Bırakalım İzmir, içinde İzmir’i yaşatanlarla yaşasın, onlara sarılsın, onlarla hayat bulsun.
İçinde İzmir olan, içinde İzmir yaşatan herkese İzmir dolusu sevgilerimle!
Erdal ÇİL
[email protected]