Ah güzel İzmir’im!...
Ah çocukluğumun büyülü şehri!...
Attila İlhan’ın “lâleler düşerdi körfeze şâir nedim’in ruhundan” dediği, denizi bol İzmirim; yazık oldu sana!...
Cahit Külebi’nin
İzmir’in denizi kız, kızı deniz
Sokakları hem kız, hem deniz kokar”
dediği, ah dilber İzmir’im!...
Kadersiz güzelim!...
Bahtsızım benim!...
Bir türlü dengine düşemeyen şehrim benim!...
Talih kuşu başına konmuştu... Fark etmedin!...
Şans kapını çalmıştı... Duymadın!...
Hizmet kapına gelmişti... Anlamadın!...
Burhan Özfatura’dan sonra büyük ikramiye sana çıkmak üzereydi... Aldırmadın!...
İdeoloji uğruna hantal kalmayı ve rüküşlüğü tercih ettin!...
Hiç üretme endişesi olmayan, taş üstüne taş koymayan zihniyete teslim ettin kendini.
Benzerin olan şehirler, değil kendi ülkelerini, bütün dünyayı etkileme gücüne erişmişken, sen bir Ege Bölgesi’nden bile koptun!...
Bir Hong Kong olabilirdin... Şansını erteledin!...
Şimdi kendi yağınla kavrulacaksın 5 sene...
***
Tevfik Fikret, o meşhur şiirinde İstanbul’u kadına benzetir; hem de bin kocadan arta kalan “bîve-i bâkir” bir kadına... Yani Bâkire bir dula...
Hani Nedim bir gazelinde diyordu ya “Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bî-pervâ seni” diye. İşte benim için İzmir o “bî-pervâ” dilber gibidir. Genç, diri, alımlı, kendinden emin ve pervasız bir dilber. (İşte, iktidarın okuyamadığı İzmir, budur.) O bî-perva dilber gene Ömer Seyfettin’in “Zeytin-Ekmek” hikâyesindeki genç kızın âkıbetine uğradı.
Yazık oldu güzel İzmir’ime!...
Yazık oldu dilberime!...